Arap Dünyası İran-İsrail Savaşında Neden Sessiz?
Ortadoğu, İran ile İsrail arasında doğrudan askeri çatışmaların yaşandığı tehlikeli bir dönemeçten geçerken, Arap dünyası bu savaşta bir pozisyon almaktan çok, pozisyon almamayı diplomatik bir denge politikası olarak benimsiyor. Gazze’deki saldırılar karşısında güçlü söylemler geliştiren Arap başkentleri, konu İran İslam Cumhuriyeti olduğunda dut yemiş bülbüle dönüyor. Sert çıkışların yerini, “kaygı duyuyoruz” gibi etkisiz ve düşük profilli açıklamalar alıyor.
Bu çelişki aslında yeni değil. 20. yüzyıl boyunca 1948, 1956, 1967, 1973 ve 1982'de İsrail'le savaşan Arap devletleri, bugün aynı İsrail’in hava sahasını dolaylı biçimde koruyor ve istihbaratını paylaşıyor. Bir zamanlar varlığına savaş ilan edilen İsrail, şimdi pek çok Arap ülkesinin stratejik ortağı haline gelmiş durumda. Arap yönetimleri artık İsrail’e karşı açık bir cephe açmaya cesaret edemiyor. Görünen o ki, Ortadoğu’da çıkarlar, fikirlerden çok daha hızlı değişiyor, geçmişte yapılan savaşlar sanki hiç yaşanmamış gibi…
Tabiatıyla bu politika akıllara şu soruyu getiriyor: Bugün gerçekten hangi Arap devleti inanç birliği temelinde İran’ın yanında duruyor? Cevap neredeyse hiçbiri...
Üstelik bu yalnızlık, sadece diplomatik tercihlerin ya da mezhepsel farklılıkların sonucu değil, yıllardır Arap kamuoyunda sistematik bir şekilde inşa edilen derin bir algı mühendisliğinin sonucudur.
Arap medyası ve siyasi söylem, İran'ı hayli zamandır; istikrar bozucu, mezhepçi ve aşırı ideolojik bir aktör olarak sunar. Bu anlatı içinde, İran'ın siyasi bağımsızlık çabası ve ağır ambargolara rağmen gösterdiği direnç ise neredeyse hiçbir zaman görünür kılınmaz.. Doğal olarak ortaya çıkan bu tabloda, İran'a yönelik önyargıların halk nezdinde giderek kökleşmesine yol açmakta. Bu nedenle de Arap dünyasında İran'a bakış artık bir ümmet meselesi değil; önyargılarla şekillenmiş, dış etkilere açık, kırılgan ve çarpıtılmış bir algının sonucudur.
Oysa ABD ve Batı, bu savaşın tüm maddi ve siyasi yüklerine rağmen İsrail’i asla yalnız bırakmıyor. Özellikle ABD, sadece mühimmat desteği sağlamakla kalmıyor, İran'ın nükleer tesislerine yönelik hava saldırıları gibi operasyonlarda doğrudan katkı sunuyor. Ayrıca İsrail’in arkasındaki küresel desteği hem askeri hem de siyasi düzeyde sürekli tahkim ediyor.
Arap dünyasının bu tablo karşısında sergilediği sessizlik ise dış politikada büyük bir çelişki ve tutarsızlık durumu oluşturuyor. Bir yanda Gazze için yas tutulurken, diğer yanda Tahran’a karşı mesafeli bir duruş sergileniyor. Adeta birine dua edilirken, diğerine beddua edilen çelişkili bir denge siyaseti kuruluyor. Bu ikircikli duruş, yalnızca jeopolitik hesaplarla değil; 1979 İran Devrimi’nden bu yana süregelen tarihsel kırılmalar, mezhepsel ayrışmalar ve Arap rejimlerinin derin güvenlik kaygılarıyla da açıklanabilir.
Özellikle Körfez monarşileri, İran’ı bölgesel bir rakip olarak değil, rejimlerine karşı devrimci bir tehdit olarak algılıyor. İran’ın, yakın geçmişe kadar Hizbullah, Haşdi Şabi ve Husi Ensarullah gibi vekil yapılar aracılığıyla bölgedeki nüfuzunu artırması, Arap devletlerinde korkuyu daha da derinleştirmiş durumda. Bu nedenle İran'a karşı mesafeli durmak, bazı Arap ülkelerinde İsrail karşıtlığından bile daha öncelikli hale gelmiş durumda.
Ancak şu gerçeğinde iyi bilinmesi gerekir ki, pek çok Arap rejimi iktidarını, ABD’nin sağladığı güvenlik şemsiyesi altında sürdürüyor. Bölgedeki Amerikan askeri varlığı ve İsrail ile sürdürülen stratejik işbirliği, bu rejimlerin ayakta kalması için vazgeçilmez görülüyor. İran’la aynı cephede yer almak ise sadece Batı'yla ilişkileri zedelemekle kalmayıp, içerideki siyasi meşruiyeti de riske atabilecek bir adım olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle, ABD ile uyum içinde hareket eden Arap ülkeleri, savaşın akışını doğrudan etkileyebilecek hamlelerden bilinçli olarak uzak duruyor.
Bu çekingen tutum, Arap devletlerinin İran-İsrail çatışmasında izlediği politikanın içe kapanık reflekslerle şekillendiğini gösteriyor. İsrail'in Suriye hava sahasını dilediği gibi kullanabilmesi, Ürdün’ün İran füzelerini düşürmesi, Suudi Arabistan ve BAE’nin sağladığı istihbarat destekleri İran'ın bölgesel denklemde açıkça yalnızlaştırıldığını ortaya koyuyor. Arap ülkelerinin izlediği bu strateji, bir cephe oluşturmak yerine çatışmayı sınırlandırmaya çalışan, kontrollü ve temkinli bir pozisyon alıyor.
Bu yaklaşımın ardında ise sadece güvenlik kaygıları değil, kalkınma doktrininin de etkisi bulunuyor. Özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi Körfez ülkeleri doğrudan çatışmalar yerine ekonomik kalkınma, dış yatırım ve mega projelere odaklanan yeni bir vizyon benimsiyor. Bu strateji gereği, İran- İsrail çatışmasında taraf olmak kalkınma hedeflerini tehdit eden bir risk olarak görülüyor.
Ancak Arapların bu pasif duruşu İsrail'in daha da cesaretlenmesini beraberinde getiriyor ve manevra alanını da dolaylı olarak genişletiyor. Arap dünyasının bu sessizliği sadece İran'ı değil, esasında Gazze'yi de yalnız bırakıyor. Zira İsrail, bu ortamda uluslararası alanda daha özgüvenli adımlar atıyor.
Sonuç olarak, “ümmet" söylemi ya da "Arap-İslam dayanışması” söylemi, yerini çoktan Arap rejim bekasını ve Batı ile ilişkilerin devamını önceleyen bir anlayışa bırakmış durumda. Ortadoğu’da yeni bir jeopolitik harita şekilleniyor ve bu haritada İran, yalnız ama dirençli bir aktör olarak sahnede kalmaya çalışıyor. Direnci tarihsel bir mirasa yaslanıyor, fakat yalnızlığı, bu mirası sürdürmesini her geçen gün daha da zorlaştırıyor.
Dr. Güngör Gökdağ
Arap Dünyası İran-İsrail Savaşında Neden Sessiz?

Yorum Yazın
Facebook Yorum