Birkaç aydır, biraz da Türkiye–AB üyelik müzakerelerindeki durgunluktan istifade ederek, yazı konularımı hem zaman hem de coğrafya bakımından daha geniş bir alandan seçmeye çalışıyorum. Bu ay da Transatlantik ekonomisini ele almayı düşünüyordum; yazımın çatısını da kurmuştum ama son anda önüme tamamen farklı öyle bir konu çıktı ki, cazibesine dayanamadım. Köşemi şu sorunun cevabına ayırmaya karar verdim: Brüksel neden ve nasıl AB’nin başkenti oldu?
Yetişkin yaşamımın büyük bölümünü geçirdiğim bu sakin ve küçük şehrin neden AB’nin başkenti seçildiği (ki aslında “seçildiği” de doğru değilmiş, onu da şimdiden söyleyeyim) hakkında, elbette AB konusunda bir şeyler okuyan herkes kadar; yani kabaca bir fikrim vardı. Bu seçimi açıklamak için çok makul iki sebep gösterilirdi: coğrafi konumu ve o günlerin iki büyük ülkesi; Almanya ve Fransa’nın toprakları dışında bir şehir seçmeyi gerektiren siyasi koşulları. Son derece mantıklı değil mi? Zaten, bu kadarı bana da yıllarca yetti. Arkasında heyecanlı bir hikâye olabileceği aklımdan bile geçmedi.
Sonra, Philippe Van Parijs ile tanıştım. Leuven Üniversitesi, Berkeley ve Oxford’da ders veren, kendisini filozof ve Brükselli (o Brusseler kelimesini kullanıyor) olarak tanımlayan bir profesör[1]. Brüksel’in AB’nin başkenti olmasının hikayesini bir de ondan dinledim. İçinde yok yoktu. Krallar, rahibeler, bir manastır, faili meçhul bir suikast, siyaset... Neyse, fazla uzatmadan, işte o ilginç hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
AB Kuruluyor
Önemli gelişmelerle başladı 1950’li yıllar. Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman 9 Mayıs 1950’de meşhur deklarasyonunu yayımlıyor ve 18 Nisan 1951’de Paris’te Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) kuruluyordu. Çalışmalar hızla ilerledi. 23 Temmuz 1952’de, kurucu altı ülkenin (Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) dışişleri bakanları Paris’te bir araya geldiler. Konu, AKÇT’nin kurumlarının çalışmalarına başlanması. Ama nerede?
Altı bakanın beşinin aklında, büyük ölçüde yukarıda bahsettiğim mantıki nedenlerle aynı şehir var: Brüksel. Ama hiç umulmayan biri buna şiddetle karşı çıkıyor. Belçika Dışişleri Bakanı. Öneri masaya getirildiğinde “bunu kabul etmem söz konusu değil” diyordu; “yoksa yarın hükümetim düşebilir”. O noktada, ortalık birden karışıyordu; çünkü kimsenin aklında bir B planı, herhangi bir alternatif yoktu. Toplantı uzadıkça uzadı. On sekiz saat süren kesintisiz tartışma ve müzakereden sonra 25 Temmuz günü, sabaha karşı üçte nihayet bir karara varıldı. Avrupa Komisyonu’nun (o zamanki adıyla AKÇT Yüksek Otoritesi’nin) ilk yerleşkesi, şimdilik kaydıyla Lüksemburg olacaktı. Ama Lüksemburg’da AKÇT’nin Parlamenterler Meclisi’nin toplanabileceği uygun bir salon yoktu. Ona da hemen bir çözüm bulundu. Parlamenterler, birkaç saat uzaklıktaki Fransa’nın Strazburg kentinde bulunan Avrupa Konseyi’nin salonunu kullanabilirdi.
Bu karar, bugün hâlâ daha AP’nin her ay, bir hafta süreyle Strazburg’a taşınıp orada çalışmasını öngören –tabirimi bağışlasınlar- saçma ve verimsiz uygulamasının da başlangıcı oldu. Gerçi, “bağışlasın” dediklerim de bu durumun farkında ve yaşananları “seyyar sirk” (“travelling circus”) diye adlandırıp eleştiriyorlar ama olmuyor, durum değişmiyor, bu uygulama sonlandırılamıyor. Fransa ve Strazburg kenti iyi direniyor, yıllar önce yakaladığı bu fırsatı elinden kaçırmıyor. AB bütçesinden her yıl milyonlarca avro bu transfer için harcanıyor. Neyse, Strazburg’u bırakalım, dönelim tekrar Brüksel’imize.
Peki, Belçika Hükümeti Brüksel’in seçilmesine neden şiddetle karşı çıkıyordu? Çıkıyordu; çünkü akıllarında, kendilerini kayısız şartsız bağladıkları ama başka hiçbir ülkenin istemediği, aklından bile geçirmediği bir başka şehir vardı: Liege. Neden Liege? Gerçi Liege, o zamanlar Belçika’nın kömür ve çelik sanayiinin merkezi idi ve kâğıt üzerinde bu oldukça iyi bir gerekçe gibi duruyordu ama hükümetin kararı bu duruma dayanmıyordu; tercihinin altında, aslında çok daha güçlü ve baskın bir sebep yatıyordu.
Kralın Dönüşü
Bu sebebi izah etmek için takvimi üç yıl geriye almamız gerek. 12 Mart 1950 tarihinde, Schuman’ın deklarasyonundan iki ay önce Belçika’da, Belçika tarihinin ilk ve tek milli referandumu düzenleniyordu. Konu, İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya’ya yönelik ikircikli tutumu nedeniyle sürgünde bulunan Belçika Kralı Üçüncü Leopold’ün ülkeye dönüp dönmemesi. Referandumda iki bölge hariç, halkın çoğunluğu kralın dönüşüne “evet” dedi. Krala karşı çıkan iki bölge ise ülkenin en fazla sanayileşmiş, Fransızca konuşan Valon kökenlilerin çoğunlukta olduğu Liege ve Hainaut idi.
Referandumun hemen ardından 4 Haziran’da yapılan genel seçimlerde, kralın dönüşünü destekleyen Hristiyan Demokrat Parti tek başına iktidara geldi ve ilk icraatı kralı ülkeye davet etmek oldu. Kral, 22 Temmuz’da döndü ama ülkede de karışıklıklar başladı. Özellikle Valon Bölgesi’nde, bağımsız bir Valonya Cumhuriyeti kurulmasına varan taleplerle meydanlara çıkan göstericilere 30 Temmuz’da polis ateş açtı ve dört gösterici hayatını kaybetti. İki gün sonra Üçüncü Leopold tahttan feragat ettiğini açıkladı ve oğlu Baudouin, Belçika’nın beşinci kralı olark tahta çıktı. Taç giyme merasiminde, bir Liege milletvekili “yaşasın Cumhuriyet” diye bağırdı ve o milletvekili iki gün sonra bir suikastta hayatını kaybetti. Olaylar durulmuyor, ülkede, özellikle de Valon Bölgesi’nde gerginlik bir türlü bitmiyordu; hükümet en iyi ihtimalle seçimi kaybetmekten, gerçekte ise çok daha kötüsünden korkuyor, bölgede sükûneti sağlayacak bir vesile arıyordu. Aranan vesile çabuk bulundu. Hükümet, Liege’i AKÇT kurumlarına ev sahibi yapmaya karar verdi ve bunu bölgede alttan alta duyurdu. Böylelikle de hükümet içeride kendini bağlamış oldu. O günün iç siyasi koşullarında bu karardan dönüş (hele de Brüksel’e) yoktu.
Yani, Kral geldi, Brüksel AB’nin başkenti olmak için ayağına gelen ilk fırsatı, tek aday olmasına rağmen kaçırdı. Peki, sonra ne oldu da, sonuçta Brüksel AB kurumlarının başkenti olmayı başardı? İşte hikâyemizin ikinci bölümü.
Yoksa Brüksel’in AB’nin Başkenti Olmasının Gerçek Sebebi Belçika’nın Adının “B” Harfi ile Başlıyor Olması Mı?
AB yolundaki gelişmeler devam ediyordu. Mart 1957’de, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (Euroatom) kuran antlaşma Roma’da imzalandı. Bu defa durum farklıydı. Herkes merkezi kendi ülkesinde istiyordu, herkes hevesliydi. Giderek gelişmekte olan ve daha da ileri gideceği anlaşılan topluluğun kurumlarına ev sahipliği yapmak üzere birçok şehir aday oldu. Aralarında, merkezin yerleşme yeri olarak şehrin simgesi meşhur Atomium anıtının içinde yer aldığı Heysel bölgesini öneren Brüksel’de vardı. Ancak anlaşma bir türlü sağlanamadı, Kurumların çalışmaya başlaması gereken 1 Ocak 1958 geldiğinde ev sahibi şehir hâlâ belli olmamıştı. İlk Komisyon memurları (hâlâ kullanılan tabiriyle fonksiyonerler [fonctionnaires]) işe alınmışlardı, çalışmaya hazırdılar. Ama nerede? Ofislerinin nerede, hangi şehirde olduğu belli değildi. Birlik kurulmuştu ama başkenti yoktu.
Durum giderek absürd bir hal alıyordu. 6 Ocak 1958’de Paris’te bir acil durum toplantısı yapıldı. Yine uzlaşma sağlanamadı. Başkent yine seçilemedi. Son çare olarak, her ülkenin sırayla yeni kurumlara ev sahipliği yapmasına karar verildi. Kim birinci olacaktı? İmdada alfabetik sıra kuralı yetişti: Belçika.
O dönemde Belçika Dışişleri Bakanı Victor Larock idi. Görevi, Roma Antlaşması’nın mimarlarından Paul-Henri Spaak’tan (Spaak’ın ikinci NATO Genel Sekreteri olması nedeniyle) birkaç ay önce devralan Larock, Brüksel’i AB’nin başkenti haline getiren operasyonun sürücü koltuğunda oturuyordu. İlk işi, şehrin tam merkezindeki Park du Cinquantenaire’in hemen dibindeki bir binayı Belçika Hükümeti adına, bir sigorta şirketinden (AXA) satın alıp AET’ye tahsis etmek oldu. [Not 1: O bina daha sonra Komsiyon’un kütüphanesi oldu; geçtiğimiz yıllarda da yıkılıp yerine yenisi inşa edildi. Bugün, Avrupa Dış Eylem Servisi–EEAS, bir başka deyişle AB Dışişleri Bakanlığı’na tahsisi edilmiş durumda. Bir başka not: TOBB’un yeni Brüksel temsilciliği de aynı parkın hemen diğer ucunda, Komisyon’un ilk yerleşkesinin birkaç yüz metre uzağında resmen açılacağı günü bekliyor].
Belçika’nın Dönem Başkanlığı bitince sıra Almanya’ya geldi ama o arada Charles de Gaulle de Fransa Cumhuriyeti’ne Cumhurbaşkanı olmuştu. Onun görüşüne göre, AB’nin kurumlarının Paris dışında bir şehre yerleşmesi düşünülemezdi bile. Hele ki Almanya’ya.
Belçika Hükümeti çok kısa sürede şu iki gerçeğin farkına vardı. Birincisi, şehir seçimi konusundaki kargaşa ve belirsizlik kolay kolay sona ermeyecekti. Bundan yararlanmak gerekirdi. İkincisi de, kurumlar için giderek daha fazla ofis ihtiyacı doğacaktı. Buna da hazırlanmak gerekirdi. Hemen yer arayışına girildi ve ilk binanın hemen yanı başındaki geniş bahçeli tarihi manastırı ve rahibe okulunu satın almak üzere girişimler başlatıldı. Manastırın bahçesi çok geniş olduğu için yıkılması gereken fazla bina yoktu, kolaylıkla yeni bir bina inşa edilebilirdi. Eğer AB kurumlarının başka bir şehre yerleşmesi kararı alınırsa da yeni bina kolaylıkla bir bakanlığa tahsis edilebilirdi.
Rahibelere, okulu taşımaları için Brüksel’in hemen dışındaki Waterloo kasabası yakınlarındaki bir bölge teklif edildi (domain de Argenteuil). Yer iyidi, okulu ve manastırı taşımaya da uygundu ama tam takas anlaşması yapılacakken hiç akla gelmeyen bir durum ortaya çıktı. Hikâyemizin ilk bölümünde tanıştığımız, eski dostumuz, eski Kral III. Leopold yine sahneye girdi; hikâyemize bir kez daha dahil oldu; Brüksel’in başkent olma yolu ile kralın yolu bir kez daha kesişti. Ama bu defa Brüksel kazanacaktı.
Kralın olaya tekrar müdahil olmasının sebebi, yeni Kral Baudouin’in evlenmeye karar vermesiydi. Eşiyle birlikte, Belçika krallarının resmi ikametgâhı olan Laaken Sarayı’nda yaşayacaklardı. Ancak bu durumda, eski krala da yeni bir yer bulmak gerekiyordu. Ona da rahibelerle aynı yer teklif edildi: Domain de Argenteuil. O noktada takas anlaşması tehlikeye girdi. Tam iş bozuldu derken, komşu arsanın sahibi arazisini satmaya razı oldu ve iş tatlıya bağlandı. Rahibe okulu, eski kralın komşusu olarak yeni yerine taşındı.
Hükümetin eli rahatlamıştı. Bu gün halâ AB’nin merkez binası olan Berlaymont’un inşaatına hemen başlandı. Bina 3.000 memur için çalışma alanı ve 1.600 araçlık park yeri ihtiva ediyordu. O bina adeta Brüksel’in AB’nin başkenti olmasını sağlayan bir mıknatıs oldu; çığı başlatan ilk kartopu işlevi gördü. Daha Berlaymont binası tamamlanmadan (1969’da tamamlandı), hemen yanı başında Charlemagne binasının inşaatı başlamıştı bile.
Bir süre sonra, AKÇT Yüksek Otoritesi de AET Komisyonu ile birleşti ve Lüksemburg’dan Brüksel’e taşındı. Komisyon’un büyümesi durdurulamıyordu. Yetkileri arttıkça ve yeni üyeler katıldıkça; yeni memurlar ve yeni binalar gerekiyordu. Sadece Komisyon değil, diğer kurumlar da Brüksel’e yöneldiler. Bir hayli tartıştıktan sonra Konsey de 1995 yılında Berlaymont binasının hemen karşısına, kahverengi mermerle kaplı o yatay, devasa binasına taşındı.
[Burada kısa bir parantez açıp hikâyemize kısa bir ara vermek ve o çığın günümüzde ne kadar büyüdüğünü anlatacak birkaç rakam vermek istiyorum. Bugün itibarıyla Komisyon’un Brüksel’de 79 binada 33.000 sürekli çalışanı olduğu söyleniyor. Bu rakama AP’nin 6.000 ve Konsey’in 3.500 daimi çalışanını da eklersek 42.500 rakamına ulaşıyoruz. Geçici çalışanlar ile sözleşmeyle dışarıdan çalıştırılanları eklersek rakamın 60.000’e ulaştığını görürüz. Her AB çalışanına bir Brüksel lobicisi düştüğü hesabı doğruysa, bir milyonun biraz üzerinde olan Brüksel nüfusunun yüzde 10’unun AB için çalıştığını söyleyebiliriz.]
Resmen Strazburg’da çalışan Parlamento da bu akımın dışında kalamadı. 1979 yılında ilk kez doğrudan seçimlerle iş başına gelen AP, komite toplantılarını Brüksel’de yapma kararı aldı ve bu amaçla –bugünküne kıyasla- hayli küçük bir bina edindi [O bina bugün Ekonomik ve Sosyal Konsey ile Bölgeler Komitesi’ne ev sahipliği yapıyor]. Ancak binanın yetersizliği çok kısa sürede ortaya çıktı ve 1993 yılında AP, bugünkü devasa binasına taşındı. Bugün artık giderek daha fazla parlamento toplantısı Brüksel’de yapılıyor. Eğer Strazburg’u tatmin edecek telafi biçimi bulunursa, muhtemelen çok da uzun olmayan bir gelecekte AP’nin Strazburg turneleri son bulacaktır.
Brüksel’in AB’nin başkenti oluşunu perçinleyen son adım, 2000 yılında atıldı. Nice Zirvesi’nde, her altı ayda bir değişen dönem başkanlarının ülkesinde yapılmakta olan zirvelerin, 2004 yılından itibaren sürekli olarak Brüksel’de yapılması kararlaştırıldı. Böylesi çok daha pratik olacaktı (Brüksel halkını çıldırtan trafik sorunu hariç). Böylece, “dönüşümlü başkent” miti de resmen sona ermiş, Brüksel her anlamda AB’nin başkenti haline gelmiş oldu.
Görüldüğü üzere, Brüksel asla AB’nin başkenti olarak seçilmedi. Önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirerek; akıllıca; bazan gizlice, sinsice ama hep kararlılıkla yürütülen bir çabayla adım adım elde etti başkentliği. İllâ bunun ötesinde bir şeylere bağlamak gerekiyorsa; önce altı, sonra dokuz, on iki, on beş ve şimdi yirmi sekiz ülkenin AB’ye bir başkent seçmekteki kabiliyetsizliklerinden söz edilebilir (Aslında o grubun başka konulardaki yetersizliklerinin hayli uzun bir listesi yapılabilir ama! Belki başka bir yazıya). Brüksel bu yetersizliği kendi lehine kullanmayı bilmiştir.
Gerçekten de, hikayemizin içinden bütün o gel gitleri, sahneye girip çıkan kralları, ayaklanmaları, suikastları ayıklarsanız, Brüksel’in başkent olmasını sağlayan o büyük oldu bittiyi yaratan, süreci başlatan, o olmasaydı bunların hiçbiri olmazdı diyebileceğimiz şeyin basit bir tesadüf olduğunu görürüz: Belçika’nın “B” ile başlaması
[1] Yazımı Philippe Van Parijs’in kişisel internet sayfasında da yer alan Brüksel’le ilgili makale ve notlarından yararlanarak hazırladım. Aslında sayın profesörün, kapitalizmin işlemesi için herkese minimum bir gelirin garanti edilmesi ya da dünyadaki hakim dilin sahibi ülkeden, bu durumun sağladığı avantajı dengeleyecek bir vergi alınması gibi ilginç fikir ve önerileri de var.